Siyasal Bir Kavram Olarak Öğrenilmiş Çaresizlik
Öğrenilmiş çaresizlik, bireyin veya bir topluluğun; yaşadığı baskılar, adaletsizlikler ya da sonuçsuz girişimler nedeniyle artık hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanmasıdır. Bu psikolojik durum, bireysel düzeyde depresyon ve umutsuzluk yaratırken; siyasal düzeyde çok daha yıkıcı bir sonuç doğurur: Demokratik iradenin felci.
İlk kez Martin Seligman tarafından tanımlanan bu kavram, siyasal alanda şu şekilde tezahür eder:
“Oy versem ne değişecek ki?”
“Kim gelirse gelsin, sistem aynı.”
“Sokaklara dökülsek ne olacak, zaten bizi kimse duymuyor.”
Bu cümleler sıradan yakınmalar değil; toplumsal belleğe işlenmiş kolektif bir yenilgi hissinin dışavurumudur.
🔍 Siyasal Sistemler ve Öğrenilmiş Çaresizlik Döngüsü
Bazı rejimler, öğrenilmiş çaresizliği doğrudan üretmez. Bunun yerine, örtük ve sistematik yollarla bu hissi besler:
-
Seçimlerin anlamsızlaştırılması: Sürekli aynı sonuçların çıktığı, muhalefetin bastırıldığı veya manipüle edildiği seçim süreçleri.
-
Medyanın tek sesli hâle gelmesi: Alternatif fikirlerin marjinalize edilmesi, eleştirinin "ihanet" olarak kodlanması.
-
Sürekli kriz hâli: Halkın dikkati geçim derdine, güvenlik tehditlerine ya da dış düşmanlara yönlendirilerek, siyasi katılım geri plana itilir.
-
Adalete erişimin engellenmesi: Hakkını arayanın yargılandığı, hak aramanın kriminalize edildiği sistemlerde insanlar sonunda susmayı öğrenir.
Sonuç olarak vatandaş, sistemle baş edemeyeceğini düşündüğü için sistemin bir parçası olmaktan da vazgeçer.
🤐 Siyasi Pasiflik: En Tehlikeli Sessizlik
Demokrasiler, yalnızca seçimlerden ibaret değildir. Aktif yurttaşlık; sormak, eleştirmek, talep etmek ve direnebilmekle mümkündür. Ancak öğrenilmiş çaresizlik, yurttaşı sadece suskun değil, rıza gösteren bir figüre dönüştürür.
Çünkü yeterince uzun süre susturulan halk, sonunda konuşmamayı “tercih” etmeye başlar.
Bu da otoriter eğilimlerin daha kolay meşrulaşmasına, gücün tek elde toplanmasına ve muhalefetin etkisizleşmesine neden olur.
🌍 Toplumsal Hafızada Öğrenilmiş Çaresizlik İzleri
Birçok ülkede, özellikle de uzun süre otoriter rejimlerle yönetilmiş toplumlarda, öğrenilmiş çaresizlik nesilden nesile aktarılan bir travma hâline gelebilir:
-
“Bizim zamanımızda konuşmak tehlikeliydi.”
-
“Devletle uğraşılmaz.”
-
“Aman karışma, başın belaya girer.”
Bu cümleler yalnızca kişisel öğütler değil; siyasal hafızada yer eden otoriteyle kurulan korkuya dayalı ilişki biçiminin izdüşümleridir.
🧭 Son Söz: Sessizlik Bir Seçim Değil, Sonuçtur
Bugün toplumların en büyük mücadelelerinden biri, sadece yoksullukla, adaletsizlikle ya da otoriterlikle değil; içselleştirilmiş umutsuzlukla veriliyor.
Ama unutmamak gerekir ki:
“Sistem değişmiyor” demek, sistemin değişmesini isteyenlerin sustuğu noktada doğru olur.
O hâlde soru şudur:
Sesi çıkanlardan mı, yoksa öğretilmiş suskunlukta kaybolanlardan mı olacağız?

0 Comments: